21 Nisan 2013 Pazar


HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’İN DAVRANIŞLARININ SINIFLANDIRILMASI

 

Hz. Peygamber (s.a.v)’in sıfat ve davranışlarında hakim olan peygamber­lik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız ayet ve hadiste ona uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılınması istenmiştir. İslam’ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcıları, hadislerin, hangi sıfattan kaynaklandığını ve bu bakımdan bütün Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığını araştırmak ve göz önüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar söz konusu sıfat ve durumları 12’ye kadar çıkarmışlardır.

 

1.DİNİ TEBLİĞ ETMEK VE TAMAMLAMAK:

 

Resul, kendisine gelen vahyi, hem uygulamak ve hem de tebliğ etmekle gö­­revli insan demek olduğuna göre onun önde gelen vazifesi; tebliğdir ve dav­ranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir… Resulullah (s.a.v)’in şu hadislerinde bu sıfat ve selahiyetlerini anlatmaktadır:

“Gafil olmayın! Bana Kur’an verildiği gibi, onun yanında, onun ka­dar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir. Bilin ki, yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur’an’dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu helal, haram bulduğunuza da haram bilin…” (Ebu Dâvud, Sünnet 5)

Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır: Örneğin, Vedâ Hutbesini okurken herkes duysun diye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğciler koymuştur, “burada bulunanlar, bu­lunmayanlara duyursun” demiştir. Vedâ haccını ifâ ederken de “yaptıklarıma bakarak hac ibadetini öğrenin” buyurmuştur.

 

2. FETVA VERMEK:

 

Dini tebliğ ve tamamlama mahiyetinde olan fetvanın farkı, hük­mün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır.

Abdullah ibn Abbâs'ın nakline göre; Veda Haccında Resûlullah (s.a.v) Mi­na'da, devesinin üzerinde bir­çok soruya muhatap olmuş ve bunları cevaplandırmıştır. Bu cüm­leden olarak birisi: "Kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "Şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler. Bir ikinci­si gelerek "Şeytan taşlamadan önce gidip Kabe'yi tavaf ettim, ne ya­payım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuş­lar.

Hâsılı; bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce veya sonra yap­tıkları her iş için "zararı yok, yap" cevabını vermişler­dir (Ebu Dâvud, Menâsik 87; Nesâî, Hac 224).

Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, soranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şa­rap yapılan bazı kaplarda —haram olmayan- nebiz (=bir nevi şerbet) yap-mak isteyenleri bundan menetmiştir. Çünkü hem bu kapların kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüş­mek­tedir.

İbnu'l-Kayyim, “İ'lâmu'l-muvakkiîn” isimli eserinin dördüncü cildinin sonunda, Resûlullah'm fetvalarını 147 sayfada toplamıştır.

 

3. DÂVALARI HÜKME BAĞLAMAK (=KAZÂ):

 

Kazanın iki yönü vardır:

a. Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımından kaza, fetva gibi bir tebliğ ve teşridir. Aynı durumlarda aynı hükmün verileceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir.

b. İspat delillerine göre adaletin tevziî bakımından kazâ isabetli de, hatalı da olabilir, İsbat delille­ri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kur­tulmuşlardır.

Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf isbatta daha başarılı olmuş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adale­ti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Resûlullah (s.a.v) kazânın bu yönünü şöyle anlatıyor: “Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konu­sunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum” (Buhârî, Ah­kâm 20, Hiyel 15; İmam Ahmed, Müsned, 4/320).

Hz. Peygamber'in kazâî hükümlerini di­ğerlerinden ayırmak oldukça kolaydır; çünkü bu hükümler genel­likle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hü­kümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadis kitaplarının kazâ bölümleri de birçok örnek ihtiva etmektedir.

 

4. DEVLET BAŞKANLIĞI (=İMÂRET, İMÂMET):

 

Resûlullah'ın devlet başkanlığı; peygamberlik, iftâ ve kaza selâ­hiyet­le­rin­den farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir.

Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfaatini gözetmek, sos­­­yal adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ül­keyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu gö­revler her peygam­bere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır.

Peygamberimiz'in risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bütün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunların icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine ve­ya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet başkam izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler tarafından re'sen elde edilemez.

Ganimetin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların tertibi ve sevki, isyan ve terör hareketlerinin bastırılması, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıslar veya kamu kuruluşların­ca işletilmesi; devlet başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bunların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan -amme menfaatini gö­zeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba ze­kâttan pay vermeyi terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir...

Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selâ­hi­ye­tine dahil oldu­ğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayış­ları ol­muştur:

a. Buhârî’nin, Hars 15'te rivayet ettiği hadiste; Peygamberimiz: Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” bu­yurmuştur.

Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunma­yan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs topra­ğın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde am­me menfaatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerinde ta­sarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması da­ima devletin iznine bağlı bulunur.

Ebû Hanîfe'nin içtihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, imam Şafiî bu hadisi fetva ve tebliğ sıfatına bağlamış, “Çünkü Resûlullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumla­mak gerekir” demiştir. Hadisin tebliğ (=dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabî olmaz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. İmam Mâlik bu konuda şehir ve mü­cavir alan topraklan ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki top­rakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkamlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaat­lerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.

b. Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a başvurarak “Kocası Ebû Süfyân'ın cimri bir adam olduğunu, kendisine ve ço­cuğuna yetecek na­­fakayı vermediğini” söyledi, Peygamberimiz ona "normal ölçülerde sana ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu (Buhârî", Büyu' 95; Nesâî, Kazâ 31).

Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden müctehidler (=Şâfiîler ve kısmen Hanefîler) bundan şöyle bir kaide çıkar­mışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına tekabül eden malı bul­duğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı cinsinden malını ala­bilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kazâ sela­hiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını kar­şılayan malı bizzat alamaz" demişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire 1959, 11/435-440).

c. Hz. Peygamber "Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eş­­­yaya sahip olur" buyurmuştur (Buhârî, Humus 18, Meğâzî 54; Müslim, Ci­hâd 42).

Şafiî gibi bazı müctehid­ler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için "her za­man, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şafiî gibi düşünen müc­tehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komu­tan­ların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir (Karâfî, İhkâm, s. 96-108).

 

5. DAHA İYİYE TEŞVİK (=İRŞÂD):

 

Âyet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri de­ğerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (=farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir.

Güzel ahlâkı teşvik eden hadisler, cennetliklerin vasıflarını anlatan hadisler, nafile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadisler böyle yo­rumlanmıştır. Ebû Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile bir­likte gören birisi "bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrede­rek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resûlü'ne şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin al­tında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giy­dirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yar­dım etsin!" (Buhârî, İmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40).

Bu hadiste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyur­mama, köleye yardımcı olma emirleri bağlayıcı (=farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür

 

6. ARABULMAK, ANLAŞTIRMAK (=SULH):

 

Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın kısa yoldan anlaştırmak için yapı­lan teşebbüsler sulha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip istediklerini al­malarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa çağı­rırlar; bu teklif onları bağla­madığı için kabul etmemişlerdir.

Yine Peygamberimiz Kâ'b b. Mâ­lik ile Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerin­deki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Ka'b'­a,­­ alacağının yansından vazgeçip geri kalanını almasını tavsiye etmiş, o da bunu kabul ederek sulh olmuşlardır (Buhârî, Sulh 10, 14, Husûmât 20-21).

Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçerek ikincisinin bah­çesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçları­nı sulayınca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!" buyurdu (Bu­hârî, Şirb 6, 7, 8; Müslim, Fezâil 129).

Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde, ikincisi ise -karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hak­kını kullanması şeklinde ifade buyrulmuştur.

 

7. DANIŞMADA BULUNANA YOL GÖSTERMEK (=İSTİŞÂRÎ REY):

 

Burada Resûlullah (s.a.v) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile de­ğil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol göste­rici olarak hareket etmekte, çözümler teklif etmektedir.

Hz. Âişe, Berîre isimli bir cariyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (=şerîate göre) bir köleyi âzâd eden kişi ile o köle arasında bir velayet ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu vela­yet hakkının kendilerinde kal­masını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Âişe, hakkından vazgeçmeden cari­yeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (s.a.v) ile istişare etti, Peygambe­rimiz ona şöyle dedi: "Sen onların şartını kabul et ve onu al; so­nuç­ta velayet hakkı ancak âzâd edene aittir." Hz. Âişe bunun üze­rine gidip cariyeyi satın aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah minbe­re çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Al­lah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürü­yor­lar!.. Velayet hakkı yalnızca âzâd edene aittir" (Buhârî, Büyû’ 73; Müslim, Itk 8, 14).

Eğer Peygamberimiz'in ilk ifadesi "teşrî, tebliğ, fetva, kazâ" kabilinden olsaydı şart muteber olacak ve velayet hakkı satanda kalacaktı; sonraki ifadesi bunun böyle ol­madığını, ilk ifadesinin ise "meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişârî reyden ibaret" olduğunu göster­mektedir.

Medine'de zirâatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaş­madan ağaç üzerin­de satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı denir, karşı taraf buna itiraz eder ve böy­lece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana ge­len anlaşmazlıkların çoğaldığını görünce şöyle buyur­du: "Böyle olup gidecekse (=anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeyecekse) ağa­cın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satma­yın" (Buhârî, Büyû’ 85; Ebu Dâvud, Büyû’ 22).

Hadisin Buhârî'deki rivayetinde râvî Zeyd b. Sabit şu yo­rumda bulunmak­tadır: "Hz. Peygamber bu yüzden anlaşmazlık­ların çoğaldığını gördüğü için ashaba, istişârî olarak yol göster­miştir." Bunun mânâsı, hadisin bağlayıcı ol­madığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadığıdır. Pey­gamberimiz adetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demektedir.

 

8. ÖĞÜT VERMEK (=NASİHAT):

 

Peygamberimiz, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranış­ları çerçevesine girmektedir.

Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahabi, oğlu Nu'mân'a bir hizmetçi hediye etmiş, diğer oğul­larına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısının isteği üzerine bu bağış olayına Hz. Peygamber'i şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşîr'e "bütün çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca "beni haksız bir davranışa şahit kılma" dedi; bir başka rivayette "bütün çocuklarının sana eşit de­recede itaatli ve bağlı olmalarını ister misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da "öyleyse olmaz" dedi (Buhârî, Hibe 12; Müslim, Hibât 9, 10, 17).

İmam Ebû Hanîfe, Mâ­lik ve Şafiî bu hadiste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir ya­saklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını korumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocukların­dan birine mal bağışlamasının caiz olduğunu" söylemişlerdir. Mezkûr mücte­hid­ler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın bu konu­da bağlayıcı bir yasak­la­ma­sının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivayette "başkasını şahit tut" de­diğini gözönüne almışlardır. Bu­na karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müc­tehidler hadiste geçen yasaklamayı bağlayıcı ve kesin olarak almışlardır.

Aynı çerçevede başka bir örnek, Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamıştı, iddeti dolunca Peygamber Efendimiz'e gelerek kendisini, hem Mu­âviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediğini söyledi. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir; sen Üsâme b. Zeyd ile ev­len!" Fâtıma önce Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın ısrarı üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur (Müslim, Talâk 36).

Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.

 

9. TAKVA VE KEMÂL EĞİTİMİ VERMEK:

 

Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla vâki davra­nışları daha çok ashaba yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müs­tesna özellikleri dile getirilmiştir.

Peygamberimiz nasıl en kâmil örnek insan ve peygamber ise, ashabı da öy­le kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken, eğitirken onların bu özelliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler getir­miş, vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde yaşanmış, Peygamberimiz tarafından herbiri bir muhacire kardeş kılınan Ensâr (=Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır.

Sahabeden Berâ b. Âzib rivayet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakla­dı: Hasta ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Al­lah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin yeminine riâyet et­meyi, haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm verme­yi ve davete ka­tılmayı emretti. Altın yüzük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eyer yastığı kullanmayı, kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kullanmamızı yasakladı (Buhârî, Libâs 28, 36, 45; Müslim, Libâs 2, 28, 31, 64).

Bu ondört maddenin bazıları farz, bazıları haram olmakla bera­ber, meselâ aksırana dua etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı kullanmak da haram değildir. Buna rağmen hepsinin bir arada zik­redilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını önlemek içindi.

Sahabeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr: "Resûlullah bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi: "Resûlullah ne demiş ise o haktır, yerindedir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz: "Öyle yapmayın, ya kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" buyurdu. Râ­fi amcasından bunu duyunca "emri başımın üstüne!" dedi. Mücte-hidlerin çoğu, Peygamberimiz'in bir sahâbi aileye yönelik bu emri­ni ümmetin tamamı için bağlayıcı saymamışlardır. Buhari de bu se­beple hadisi zikrettiği bö­lümün başlığında şöyle demiştir: "Asha­bın aralarındaki yardımlaşmalar bö­lü­mü..." (Buhârî, Hars 18)

Resûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutumun­da, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takva ve örneklik" eğitimi­nin müstesna örnekleri vardır.

Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi; yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazife­ler vermesi; hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, ta­kıp takıştırmak isteyince "Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: 'Eğer siz dünya hayatını, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istedikle­rinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Resûlü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içiniz­den iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamış­tır" (Ahzâb: 33/28-29) mealindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız birkaçıdır.

 

10. İNCE VE YÜCE GERÇEKLERİ ÖĞRETMEK:

 

İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmaktadır, îman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede ola­maz­lar, "insanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağını anlaması, anlamanın ta kendisidir" diyen Ebû Be­kir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü göstererek cevap veren, bu­na rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının idrâki aynı seviye de tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb ile an­latılamaz.

Resûlullah (s.a.v) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağı­nı göstererek şöyle demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım ol­sa, üç dinar hariç, hepsini -Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim..." (Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 31).

Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışını dile getirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alıkoyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi. Ebû Zerr bunu böyle anlayaca­ğı yerde müslümanın zarurî ihtiyaçları dışında para ve servet sa­hibi olmasının, bunları dağıtmayıp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz olmadığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.

 

11. EĞİTEREK SAKINDIRMAK (=TE'DİB):

 

Bağlayıcı, farz ve zarurî olmadığı halde, iyi, güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıl­dığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu, engelleyici ifadeler kullanılmıştır.

Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bu ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğer delil ve karineleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Peygamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemâate gelme­yenler hakkında şöyle buyurmuşlardır:

"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, emredeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan okunsun, son­ra birisine emredeyim cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evlerinde kalan adamların yanlarına varayım ve onlar içe­ride iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim ki onların her biri yağlı bir kemik, yahut iyisinden iki ayak (paça) bulacağını bil­se hemen yatsı namazına gelirdi!"(Buharî, Ezân 29, 34; Müslim, Mesâcid 251-254).

Şüphe yok ki Allah Resulü, cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak değildir, ayrıca "yağlı ke­mik..." gibi sözleri nadiren söylemektedir; burada maksat, cemâ­atle namazın önemini anlatmak ve cemâate gelmeme âdetini orta­dan kaldırmak, müslümanların cemâat sevabından ve bereketinden istifade et­melerini sağlamaktır.

Peygamberimiz yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman etmiş olmaz" ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır.

Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resullullah?" diye sorarlar, devam eder: "Komşusu, kötülüklerinden güvende olmayan kimse" (Buhârî, Edeb 29; Müslim, İmân 73).

Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin deliller ile bilinmek­tedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışların mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.

 

12. ÖRNEKLİK İLE İLGİSİ OLMAYAN TABİÎ, BEŞERÎ DAVRANIŞLARI:

Peygamberimiz bir insan olduğu, her insanda bulunan normal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir.

Günah ve yasak çerçevesine girmemek şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerinde günlük hayatında bu kabil davranışlarda bulunmuş, ümmetini de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yatma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve teknolojinin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki söz­leri şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.

Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, ağaçlarının tozlaştırılması konusundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer verilmişti.

Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böy­le yapılmasını buyurmuştur. (Ebu Dâvud, Salât 137).

Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şek­lindeki görüşlerine, "Peygamberimiz yaşlandığı za­man, önce dizlerini ye­re koymakta güçlük çektiği için böyle yap­mıştır, sünnet olan önce dizleri koy­­maktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet için de olsa, beşeriyet icabı bir davranıştır.

Peygamberimiz Veda Haccında, Veda Tava­fından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah düzlüğünde konaklamış, burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve Veda Tavafı için Mekke'ye gelmiştir. Abdullah ibn Ömer bu düzlükte konaklama, namaz ve istirahatı sünnet (=tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Âişe ise şöyle demektedir: "Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz buna halka ko­laylık olsun (=burası müsait olduğu için rahatça toplanıp hazırlık­larını yaparak veda tavafına gidebilsinler) diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz" (Buhârî, Hac 148; Ebu Dâvud, Menâsik 86-87).

Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat etme­si de aynı şe­kilde farklı değerlendirilmiş; bazıları bunu sünnet te­lakki ederken bazıları beşerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlar­dır.

Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'ın (s.a.v) sofrasına kızar­tılmış çöl keleri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bu­nun keler olduğunu söylediler ve elini geri çekti, "bu haram mı­dır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu bizim mem­leketimizde yok­tur, ondan hoşlanmıyorum" dedi. Hadisi rivayet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'ın gözü önünde keleri önüme çekip yedim" (Buhârî, Zebâih 33; Müslim, Sayd 44).

Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamber'in keleri yememesini bundan hoşlanmamasına, keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağ­lamasına dayan­maktadır. Helal olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve tercih meselesidir.

Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in çeşitli sıfatlarla orta­ya koyduğu, bağlayıcılık bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını gördük.

Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygam­berliktir, tebliğdir ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlarının çoğu bu sıfatına dayanmaktadır.

Bunun en açık işareti de herke­sin duyması için gayret sarfetmesi, herkesin gözü önünde uygula­ması, buna uygun üslûblar kullanmasıdır. Ancak verilen ve çoğal­tılması mümkün bulunan örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağ­layıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu açıkça ortaya koy­maktadır.

Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri herkesin duyması için gayret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme intikalinden önceki hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere bir kâğıt istediği zaman yanında bulunan sahabe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde olduğunu, dinin tamamlandığının bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i bunlarla rahatsız etme ve yormanın doğru olmayacağını" ileri sürerek kâğıt getirmeyelim demiş, bazıları ise getirmek istemişlerdi. Peygamberimiz tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi (Buharî, İlm 39; Müslim, Vasiyet 22).

Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik görevinin gereği bulunsay­dı, "güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeçmez­di", ısrar eder ve vazifesini yerine getirirdi.

 

 

HADİS LUGATİ


 
HADÎS ÂLİMİ (MUHADDİS):

Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

HADÎS İMÂMI:

Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.

 

HADÎS-İ ÂHÂD:

Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ ÂMM:

Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ CİBRÎL:

Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.

 

HADÎS-İ GARÎB:

Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.

 

HADÎS-İ HÂS:

Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ HASEN:

Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ KAVÎ:

Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ KUDSÎ:

Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)

 

HADÎS-İ MAKTÛ':

Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâma kadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler. Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî)

 

HADÎS-İ MENSÛH:

Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.

 

HADÎS-İ MERDÛD:

Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.

 

HADÎS-İ MEŞHÛR:

İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MEVDÛ:

Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımayan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Rasûlullah'ın sallallah ü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)

 

HADÎS-İ MEVKÛF:

Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MEVSÛL:

Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz.

 

HADÎS-İ MUDDARİB:

Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MUHKEM:

Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MU'ALLAK:

Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MUNFASIL:

Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜFTERÂ:

Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.

 

HADÎS-İ MÜRSEL:

Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜSNED-İ MÜNKATI':

Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜSNED-İ MUTTASIL:

Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜSTEFÎZ (MÜSTEFÎD):

Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜTEŞÂBÎH:

Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.

 

HADÎS-İ MÜTEVÂTİR:

Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları müm kün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

 

HADÎS-İ NÂSİH:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.

 

HADÎS-İ SAHÎH:

Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.

 

HADÎS-İ ŞÂZ:

Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.

 

HADÎS-İ ZAÎF:

Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler. Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.

 

 

 

 

 

 

EBU DAVED