HZ. PEYGAMBER
(S.A.V)’İN DAVRANIŞLARININ SINIFLANDIRILMASI
Hz. Peygamber (s.a.v)’in sıfat
ve davranışlarında hakim olan peygamberlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple
sayısız ayet ve hadiste ona uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine
dört elle sarılınması istenmiştir. İslam’ın yorumcuları ve gerekse
uygulayıcıları, hadislerin, hangi sıfattan kaynaklandığını ve bu bakımdan bütün
Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığını araştırmak ve göz önüne almak
durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar söz konusu sıfat ve
durumları 12’ye kadar çıkarmışlardır.
1.DİNİ TEBLİĞ ETMEK VE TAMAMLAMAK:
Resul, kendisine gelen vahyi,
hem uygulamak ve hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre onun
önde gelen vazifesi; tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir…
Resulullah (s.a.v)’in şu hadislerinde bu sıfat ve selahiyetlerini
anlatmaktadır:
“Gafil olmayın!
Bana Kur’an verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm)
verilmiştir. Bilin ki, yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri
çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur’an’dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu
helal, haram bulduğunuza da haram bilin…” (Ebu Dâvud, Sünnet 5)
Peygamberimizin bu sıfatına
bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır:
Örneğin, Vedâ Hutbesini okurken herkes duysun diye uygun aralıklarla yüksek
sesli tebliğciler koymuştur, “burada
bulunanlar, bulunmayanlara duyursun” demiştir. Vedâ haccını ifâ ederken de
“yaptıklarıma bakarak hac ibadetini
öğrenin” buyurmuştur.
2. FETVA VERMEK:
Dini tebliğ ve tamamlama mahiyetinde olan fetvanın
farkı, hükmün soru üzerine
açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne
alınmasıdır.
Abdullah ibn Abbâs'ın nakline göre; Veda Haccında
Resûlullah (s.a.v) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve
bunları cevaplandırmıştır. Bu cümleden
olarak birisi: "Kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "Şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler.
Bir ikincisi gelerek "Şeytan
taşlamadan önce gidip Kabe'yi tavaf ettim, ne yapayım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuşlar.
Hâsılı; bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların
önce veya sonra yaptıkları her iş
için "zararı yok, yap" cevabını vermişlerdir (Ebu Dâvud, Menâsik 87; Nesâî, Hac 224).
Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, soranın durumuna göre farklı cevaplar
vermiştir. Cahiliye devrinde içinde
şarap yapılan bazı kaplarda —haram olmayan- nebiz (=bir nevi şerbet) yap-mak isteyenleri bundan menetmiştir. Çünkü
hem bu kapların kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüşmektedir.
İbnu'l-Kayyim, “İ'lâmu'l-muvakkiîn” isimli
eserinin dördüncü cildinin sonunda, Resûlullah'm
fetvalarını 147 sayfada toplamıştır.
3. DÂVALARI HÜKME
BAĞLAMAK (=KAZÂ):
Kazanın iki yönü vardır:
a. Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımından kaza, fetva
gibi bir tebliğ ve teşridir. Aynı
durumlarda aynı hükmün verileceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir.
b. İspat delillerine göre adaletin tevziî bakımından kazâ isabetli de, hatalı da
olabilir, İsbat delilleri hakkın
yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar
sorumluluktan kurtulmuşlardır.
Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf isbatta daha başarılı olmuş, hüküm de buna göre
verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir
almış, adaleti yanıltan taraf ise
manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Resûlullah (s.a.v) kazânın bu yönünü
şöyle anlatıyor: “Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen
konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur
ki biriniz, diğerine nispetle delilini daha
tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime,
kardeşine ait bir hakkı hükmeder,
verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum” (Buhârî, Ahkâm 20, Hiyel 15; İmam Ahmed, Müsned, 4/320).
Hz. Peygamber'in kazâî hükümlerini diğerlerinden
ayırmak oldukça kolaydır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve
delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb.
ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadis kitaplarının kazâ bölümleri de birçok örnek ihtiva etmektedir.
4. DEVLET BAŞKANLIĞI
(=İMÂRET, İMÂMET):
Resûlullah'ın devlet başkanlığı; peygamberlik, iftâ
ve kaza selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir.
Devlet başkanına toplumu idare etmek,
onun menfaatini gözetmek, sosyal
adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler
verilmiştir. Bu görevler her peygambere
verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır.
Peygamberimiz'in risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bütün ümmet için
geçerli ve bağlayıcıdır; bunların icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın
iznine veya hükmüne bağlı değildir.
Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem
diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet başkam izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler
tarafından re'sen elde edilemez.
Ganimetin paylaştırılması, devlete ait mal
varlığının en uygun bir şekilde
kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların tertibi ve sevki, isyan ve terör hareketlerinin
bastırılması, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıslar veya kamu
kuruluşlarınca işletilmesi; devlet
başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bunların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu
konularda bir önceki başkanın
yaptıklarını, sonra gelen başkan -amme menfaatini gözeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i
kulûba zekâttan pay vermeyi
terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir...
Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selâhiyetine dahil olduğunda
birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayışları olmuştur:
a. Buhârî’nin, Hars 15'te rivayet ettiği hadiste;
Peygamberimiz: “Bir toprağı
işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” buyurmuştur.
Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale
getiren şahıs toprağın sahibi
olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş
iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz;
her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfaatini gözönüne alarak devlete ait
topraklar üzerinde tasarrufta
bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine
bağlı bulunur.
Ebû Hanîfe'nin içtihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb.
şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına
aittir, imam Şafiî bu hadisi fetva ve tebliğ
sıfatına bağlamış, “Çünkü Resûlullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna
göre yorumlamak gerekir” demiştir.
Hadisin tebliğ (=dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin
iznine tabî olmaz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. İmam Mâlik bu konuda
şehir ve mücavir alan topraklan ile
yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkamlığı sıfatına
bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlerini korumak devlet başkanının sorumluluğu
altındadır.
b. Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a
başvurarak “Kocası Ebû Süfyân'ın cimri
bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna
yetecek nafakayı vermediğini” söyledi, Peygamberimiz ona "normal
ölçülerde sana ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu (Buhârî", Büyu'
95; Nesâî, Kazâ 31).
Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden müctehidler (=Şâfiîler ve kısmen Hanefîler) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını
borçlu ödemekten imtina ederse
alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına tekabül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı
cinsinden malını alabilir). Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kazâ selahiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan
malı bizzat alamaz" demişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire
1959, 11/435-440).
c. Hz. Peygamber "Savaşta düşmanı öldüren onun
üzerinden çıkan eşyaya sahip
olur" buyurmuştur (Buhârî, Humus 18, Meğâzî 54; Müslim, Cihâd 42).
Şafiî gibi bazı müctehidler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için
"her zaman, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun
mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şafiî gibi düşünen müctehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına
bağladıkları için başkan ve komutanların
iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir (Karâfî, İhkâm, s.
96-108).
5. DAHA İYİYE TEŞVİK (=İRŞÂD):
Âyet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb.
karineleri değerlendiren müctehidler,
bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (=farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir.
Güzel ahlâkı teşvik eden hadisler, cennetliklerin
vasıflarını anlatan hadisler, nafile ibâdetlerin
sevabını dile getiren hadisler böyle yorumlanmıştır. Ebû Zerr'i, takım elbise
giymiş kölesi ile birlikte gören birisi
"bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve
anasının durumunu zikrederek
ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resûlü'ne şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin
mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri
izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin
kardeşlerinizdir, Allah onları sizin himayenize
vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin,
giydiğinden giydirsin, gücünün
yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!" (Buhârî,
İmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40).
Bu hadiste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama,
köleye yardımcı olma emirleri bağlayıcı (=farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile
sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür
6. ARABULMAK,
ANLAŞTIRMAK (=SULH):
Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye
başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın
kısa yoldan anlaştırmak için yapılan
teşebbüsler sulha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi
davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip istediklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık
ve anlayışa çağırırlar; bu teklif onları
bağlamadığı için kabul etmemişlerdir.
Yine Peygamberimiz Kâ'b b. Mâlik ile
Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta
Ka'b'a, alacağının yansından vazgeçip
geri kalanını almasını tavsiye etmiş, o da bunu kabul ederek sulh olmuşlardır (Buhârî, Sulh 10, 14, Husûmât 20-21).
Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçerek
ikincisinin bahçesine gelen bir su
yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçlarını
sulayınca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula,
sonra da havuzlardan taşıncaya
kadar suyu tut!" buyurdu (Buhârî, Şirb 6, 7, 8; Müslim, Fezâil 129).
Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde,
ikincisi ise -karşı taraf anlaşmaya
yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hakkını kullanması şeklinde
ifade buyrulmuştur.
7. DANIŞMADA BULUNANA YOL GÖSTERMEK (=İSTİŞÂRÎ
REY):
Burada Resûlullah (s.a.v) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin
çözümünde yol gösterici olarak hareket etmekte, çözümler teklif etmektedir.
Hz. Âişe, Berîre isimli bir cariyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (=şerîate göre) bir köleyi âzâd eden
kişi ile o köle arasında bir velayet
ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu velayet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Âişe, hakkından vazgeçmeden cariyeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (s.a.v) ile
istişare etti, Peygamberimiz ona şöyle dedi: "Sen onların şartını
kabul et ve onu al; sonuçta velayet hakkı
ancak âzâd edene aittir." Hz. Âişe bunun üzerine gidip cariyeyi satın
aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah minbere çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler,
Allah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürüyorlar!.. Velayet hakkı yalnızca âzâd edene aittir" (Buhârî, Büyû’ 73;
Müslim, Itk 8, 14).
Eğer Peygamberimiz'in ilk ifadesi "teşrî, tebliğ, fetva, kazâ" kabilinden olsaydı şart muteber
olacak ve velayet hakkı satanda kalacaktı;
sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını,
ilk ifadesinin ise "meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir
çözüm, bir istişârî reyden ibaret" olduğunu göstermektedir.
Medine'de zirâatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaşmadan ağaç üzerinde
satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva
çeşitli sebeplerle az çıktı denir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece
anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığını görünce şöyle buyurdu: "Böyle olup gidecekse (=anlaşmazlıkların ardı arkası
kesilmeyecekse) ağacın üzerinde
olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın" (Buhârî, Büyû’ 85; Ebu Dâvud, Büyû’ 22).
Hadisin Buhârî'deki rivayetinde râvî Zeyd b. Sabit
şu yorumda bulunmaktadır: "Hz.
Peygamber bu yüzden anlaşmazlıkların
çoğaldığını gördüğü için ashaba, istişârî olarak yol göstermiştir." Bunun mânâsı, hadisin bağlayıcı olmadığı,
meyvayı daha önce satmanın kesin olarak
yasaklanmadığıdır. Peygamberimiz adetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demektedir.
8. ÖĞÜT VERMEK (=NASİHAT):
Peygamberimiz, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı
bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman
ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı
olmayan davranışları çerçevesine girmektedir.
Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahabi, oğlu Nu'mân'a bir hizmetçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısının
isteği üzerine bu bağış olayına Hz. Peygamber'i şahit tutmak istedi,
Peygamberimiz Beşîr'e "bütün
çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca
"beni haksız bir davranışa şahit kılma"
dedi; bir başka rivayette "bütün çocuklarının sana eşit derecede itaatli ve bağlı olmalarını ister
misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da
"öyleyse olmaz" dedi (Buhârî, Hibe 12; Müslim, Hibât 9, 10, 17).
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî bu
hadiste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak
değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını korumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu"
söylemişlerdir. Mezkûr müctehidler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın bu konuda bağlayıcı bir yasaklamasının yaygın olarak
bilinmediğini ve bir rivayette
"başkasını şahit tut" dediğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müctehidler
hadiste geçen yasaklamayı bağlayıcı
ve kesin olarak almışlardır.
Aynı çerçevede başka bir örnek, Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı
kocası boşamıştı, iddeti dolunca Peygamber
Efendimiz'e gelerek kendisini, hem Muâviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediğini söyledi. Resûl-i Ekrem
şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir; sen Üsâme
b. Zeyd ile evlen!" Fâtıma önce
Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın ısrarı üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur (Müslim, Talâk
36).
Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.
9. TAKVA VE KEMÂL EĞİTİMİ VERMEK:
Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla
vâki davranışları daha çok ashaba
yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu
ilk ve büyük neslinin müstesna özellikleri dile getirilmiştir.
Peygamberimiz nasıl en kâmil örnek insan ve
peygamber ise, ashabı da öyle kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken,
eğitirken onların bu özelliklerini dikkate almış,
onlara mahsus yükümlülükler getirmiş,
vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde yaşanmış, Peygamberimiz tarafından
herbiri bir muhacire kardeş kılınan
Ensâr (=Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır.
Sahabeden Berâ b. Âzib rivayet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi emretti,
yedi şeyi de yasakladı: Hasta
ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Allah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin
yeminine riâyet etmeyi,
haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm vermeyi ve davete katılmayı emretti. Altın yüzük
takmayı, gümüş kap kullanmayı,
kırmızı eyer yastığı kullanmayı, kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek
ve genellikle ipek kullanmamızı yasakladı (Buhârî, Libâs 28, 36, 45; Müslim,
Libâs 2, 28, 31, 64).
Bu ondört maddenin bazıları farz, bazıları haram
olmakla beraber, meselâ aksırana dua etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı
kullanmak da haram değildir. Buna
rağmen hepsinin bir arada zikredilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı
olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan
uzaklaşmalarını önlemek içindi.
Sahabeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr:
"Resûlullah bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi:
"Resûlullah ne demiş ise o
haktır, yerindedir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul,
yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz:
"Öyle yapmayın, ya kendiniz
ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" buyurdu. Râfi amcasından bunu duyunca "emri başımın
üstüne!" dedi. Mücte-hidlerin
çoğu, Peygamberimiz'in bir sahâbi aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için
bağlayıcı saymamışlardır. Buhari de bu sebeple hadisi zikrettiği bölümün başlığında şöyle demiştir: "Ashabın aralarındaki yardımlaşmalar bölümü..."
(Buhârî, Hars 18)
Resûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına
karşı tutumunda, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takva ve
örneklik" eğitiminin müstesna
örnekleri vardır.
Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi;
yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir
şeklinde ek vazifeler vermesi;
hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, takıp takıştırmak isteyince "Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: 'Eğer
siz dünya hayatını, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istediklerinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok)
eğer Allah'ı, Resûlü'nü ve âhiret
yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamıştır" (Ahzâb: 33/28-29) mealindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız
birkaçıdır.
10. İNCE VE YÜCE GERÇEKLERİ ÖĞRETMEK:
İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmaktadır,
îman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları
kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede olamazlar,
"insanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağını anlaması, anlamanın ta
kendisidir" diyen Ebû Bekir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü
göstererek cevap veren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının
idrâki aynı seviye de tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb
ile anlatılamaz.
Resûlullah (s.a.v) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağını göstererek şöyle
demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım olsa, üç dinar hariç, hepsini
-Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim..." (Buhârî, Zekât 4;
Müslim, Zekât 31).
Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışını dile
getirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu;
alıkoyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi. Ebû Zerr bunu
böyle anlayacağı yerde müslümanın zarurî ihtiyaçları dışında para ve servet sahibi
olmasının, bunları dağıtmayıp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz
olmadığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.
11. EĞİTEREK SAKINDIRMAK (=TE'DİB):
Bağlayıcı, farz ve zarurî olmadığı halde, iyi,
güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler
kullanıldığı gibi, bunların zıddı söz
konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu,
engelleyici ifadeler kullanılmıştır.
Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ
geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bu ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle
olmadığını diğer delil ve karineleri
değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Peygamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemâate gelmeyenler
hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, emredeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan
okunsun, sonra birisine emredeyim
cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evlerinde kalan adamların
yanlarına varayım ve onlar içeride iken
evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim ki onların her biri yağlı bir kemik, yahut iyisinden iki ayak
(paça) bulacağını bilse hemen yatsı
namazına gelirdi!"(Buharî, Ezân 29, 34; Müslim, Mesâcid 251-254).
Şüphe yok ki Allah Resulü, cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak değildir,
ayrıca "yağlı kemik..." gibi sözleri nadiren
söylemektedir; burada maksat, cemâatle
namazın önemini anlatmak ve cemâate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslümanların cemâat sevabından ve
bereketinden istifade etmelerini
sağlamaktır.
Peygamberimiz yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman etmiş
olmaz" ifadesini çeşitli konular için
kullanmıştır.
Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi
iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resullullah?"
diye sorarlar, devam eder: "Komşusu, kötülüklerinden güvende olmayan kimse" (Buhârî, Edeb 29; Müslim, İmân 73).
Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin
deliller ile bilinmektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışların
mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.
12. ÖRNEKLİK İLE İLGİSİ OLMAYAN TABİÎ, BEŞERÎ
DAVRANIŞLARI:
Peygamberimiz bir insan olduğu, her insanda bulunan
normal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için
bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir.
Günah ve yasak çerçevesine girmemek
şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerinde günlük hayatında bu kabil davranışlarda bulunmuş,
ümmetini de bu konularda serbest
bırakmıştır. Yeme, içme, yatma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve
teknolojinin konusu olan dünya işleri
de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri
şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.
Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü
ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, ağaçlarının tozlaştırılması konusundaki reyi ve
bunun sonucu ile ilgili örneklere daha
önce yer verilmişti.
Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını buyurmuştur. (Ebu Dâvud, Salât 137).
Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin
konması gerektiği şeklindeki
görüşlerine, "Peygamberimiz yaşlandığı zaman, önce dizlerini yere koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır,
sünnet olan önce dizleri koymaktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet için
de olsa, beşeriyet icabı bir
davranıştır.
Peygamberimiz Veda Haccında, Veda Tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah
düzlüğünde konaklamış, burada öğle,
ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı
halkı uyandırmış ve Veda Tavafı için
Mekke'ye gelmiştir. Abdullah ibn Ömer bu düzlükte konaklama, namaz ve istirahatı sünnet (=tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Âişe ise
şöyle demektedir: "Bu konaklama
sünnet değildir, Peygamberimiz buna halka kolaylık olsun (=burası müsait
olduğu için rahatça toplanıp hazırlıklarını yaparak veda tavafına
gidebilsinler) diye yapmıştır, isteyen burada
konaklar, istemeyen konaklamaz" (Buhârî, Hac 148; Ebu Dâvud, Menâsik
86-87).
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp
istirahat etmesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş; bazıları bunu
sünnet telakki ederken bazıları
beşerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlardır.
Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'ın (s.a.v)
sofrasına kızartılmış çöl keleri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada
bunun keler olduğunu söylediler ve elini geri çekti, "bu haram mıdır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu
bizim memleketimizde yoktur, ondan
hoşlanmıyorum" dedi. Hadisi rivayet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'ın
gözü önünde keleri önüme çekip
yedim" (Buhârî, Zebâih 33; Müslim, Sayd 44).
Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamber'in keleri yememesini bundan hoşlanmamasına,
keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına
dayanmaktadır. Helal olan bir şeyi sevip
sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve
tercih meselesidir.
Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in çeşitli
sıfatlarla ortaya koyduğu, bağlayıcılık
bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını
gördük.
Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından
eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygamberliktir, tebliğdir
ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlarının çoğu bu sıfatına dayanmaktadır.
Bunun en açık işareti de herkesin
duyması için gayret sarfetmesi, herkesin gözü önünde uygulaması, buna uygun
üslûblar kullanmasıdır. Ancak verilen ve çoğaltılması mümkün bulunan
örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağlayıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu
açıkça ortaya koymaktadır.
Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri
herkesin duyması için gayret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme intikalinden önceki
hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere
bir kâğıt istediği zaman yanında bulunan sahabe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde
olduğunu, dinin tamamlandığının
bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i bunlarla rahatsız etme ve yormanın
doğru olmayacağını" ileri sürerek kâğıt getirmeyelim demiş, bazıları ise
getirmek istemişlerdi. Peygamberimiz
tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi (Buharî, İlm 39; Müslim, Vasiyet 22).
Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik
görevinin gereği bulunsaydı,
"güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeçmezdi", ısrar eder
ve vazifesini yerine getirirdi.